24 Kasım 2014 Pazartesi

11 Temmuz 2014 Cuma

8 Haziran 2014 Pazar

hiç bir şey

uzun zamandır günlerimi "hiç bir şey" yaparak geçiriyorum. hiç bir şey. ve hiç bir şey zevk vermiyor günlerdir gönlüme. neyse ki kitaplar ve şiirler var. şiir demişken;





4 Mayıs 2014 Pazar

Bal-Kes


bal-kes süper ligde...

3 Mayıs 2014 Cumartesi

107*


aslında bu yazıyı daha önce yazmak niyetindeydim ama pek fırsatım yok bu aralar. hâlâ okuyan ve takip eden varsa "çay kaşığını" daha yazıp söylemek istediğim çok şey var. okunur veya okunmaz.

fenerbahçenin son şampiyonluğunda askerdim. radyodan takip ederdik maçları. hatırlıyorum, son sivas maçını çarşı izninde olmama rağmen izlememiştim totem olsun diye. radyodan dinlemiştim. ne doğru dürüst maçları izleyebildim ne de kutlamaları. işte o yıl şampiyon olmuşuz gibi hiç gelmedi maalesef bana. sonra temmuzun ilk günü genel tatbikat için araziye çıktık; döndüğümüzde 4 temmuzdu ve o meşhur "3 temmuz" fırtınası başlamıştı. biz dünyadan bihaberken meğer memlekette ne olmuş haberimiz yoktu. anlayacağınız mındar oldu o seneki şampiyonluk. 

dediler ki "fener şike yaptı". ben Türkiye'de şike yapılmadığını iddia etmiyorum ama o sezon bizim zar zor aldığımız ama trabzonun rahat kazandığı maçlardan sonra şampiyon olduk biz. mesala bi karabük maçı vardı 1-0 kazandığımız ama trabzon karabükü 4-0 yendi. hadi diyelim trabzon bizden çok çok üstün bi takımdı. her maçını eze eze kazandı. e peki o yıldan beri nerde trabzon? biz o sezondan sonra hep 2. olmuşken nerde trabzon? hiç bir kanıt kamuoyuyla paylaşılamadı. çünkü emenikenin para sayma görüntüleri yoktu. çünkü şikeyle yendiğimiz öne sürülen ankaragücü zaten iflas etmiş ve sonraki sezon nerdeyse maç kazanamadan ligden düşmüştü. (vb...). dolayısıyla şike iddiaları artık yerini çoktan "evet bu iş siyasi" söylemlerine bıraktı milletin vicdanında. tabi vicdanı olanlarda!

her neyse; bu sene de öncekilerde olduğu gibi tertermiz şampiyonuz yine ve bugün fenerbahçe 107 yaşında. fenerbahçe çok yaşa.

* 3 mayıs fenerbahçenin kuruluş günü kabul edilir. çünkü 3 mayıs 1918 de Gazi Mustafa Kemal fenerbahçeyi ziyaret etmiştir.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Ağrı

o günden sonra kuracak güzel bir cümlem olmadı hiç dünya için.
rüyalarım tüller ve silahlardan bu yana sisli.
kıvrılıp giden dalgın bir yol,
yolda eski bir taş,
limanda bağlı bir tekne,yosunlu bir halat gibi durdum.

uzağımda açık denizdi o, yürüdü gitti.
ben kıyıda ıssız bir ev,
ince boğazda gıcırdayan tahta bir iskele,
iskelede bir lastik,
az ileride turuncu bir şamandıra,
içimde kuzeyden bir hatıra aksiyle durgun suya vurdum.

bir siyah beyaz kare içinde,
hepsi hepsi bir hatıra işte;
bıraktın, unuttum, unutuldum.

seni kırdığım yerden beni de kırdılar,
ben hiç bir cümleye ağlayamam artık seni.

                                                                birhan keskin

22 Mart 2014 Cumartesi

Türkü

yine bir balıkesir türküsü
kendimi kanatmaya nedenim çoktu çünkü...



bu türkü tam iyi geldi bu ara bana,
bunca zaman nasıl neden bulamadım bilmiyorum
geç oldu ama tam zamanında çıktı karşıma.
biliyorsunuz islamda tesadüfler değil tevafuklar vardır
Allah'ın denk getirmesi yani.
işte "edremitin gelini" tam zamanında denk geldi...

18 Mart 2014 Salı

Çocuk


Çanakkale

hâlâ insanlarımızın çoğu, çanakkale savaşlarını kurtuluş savaşının bir cephesi zannediyor.
belki tarihimizi bize yeterince öğretemediklerinden,
belki tarihimize yeterince ilgi duymadığımızdandır bu.

olsun sen yine de;


U N U T M A !

7 Mart 2014 Cuma

Keşke

cuma günü öğleden sonraları tatil olsa...

4 Mart 2014 Salı

Limon Ağacı 3



O AN



garip bir üşüme hissi var üzerimde. bu sefer ki soğuktan değil. daha çok telaş ve heyecanla alakalı bir şey olsa gerek. çünkü kapıyı çalıp giden kimmiş diye pencereden eğip kendimi baktığımda, anladım az sonra başıma gelecekleri. ve hazırdım.

bu evi yıllar önce almıştım. kimse bilmezdi burayı. ara ara kaçar gelirdim. insanlardan ve hayattan sıkıldığım zamanlarda, benim sığınağım olurdu burası. ben bir cerrahım. yani öyleydim meslekten atılmadan önce. yanlış ameliyat -ki bu benim ilk cinayetimdi- sonra meslekten ihraç...
tabii hayatım idame ettirmem gerekiyordu bir şekilde.para kazanmanın yollarını aradım. buldum da. bir süre organ mafyalarının işini gördüm. yasal olmayan yollarla organ nakli yaptım. iyi paralar kazandım. yalnız bir sorun vardı. birini yaşatırken diğerini öldürmem gerekiyordu. üstelik suçsuz, savunmasız, sağlıklı insanları. bu benim akli dengemde derin izler bıraktı. depresif ilaçlar beni ayakta tuttu bir süre.

sonra; onu tanıdım. beni tekrardan hayata bağlayan kadını. sanki bana ikici bir şans verilmişti. tekrardan hayata dönmem, yeniden mutlu olabilmem için ikinci bir şans. hayatımdaki her şeyi bırakıp buraya kaçtım. bir tek o benle geldi. kadınım. ama uzun sürmedi mutluluğum. geçmişimi öğrendiği gün işler tersine döndü. gitmek istedi. tartıştık.

ve ben son ameliyatımı onun üzerinde yaptım. hemde bayıltmadan diri diri söktüm kalbini. kolay olmadı elbet. ama bende normal değildim artık. zaman beni profesyonel bir katile dönüştürmüştü.

bugün gelen ve olanca hızıyla kapımı kırıp az sonra içeri girecek olanlar bir katilin peşindeydiler. yani benim. kaçmanın ve savaşmanın anlamı yoktu. yolun sonu gelmişti artık. aslında hep ölmenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmiştim işi yaşatmak olan biri olarak. fırsat bu fırsattı; polisler odama girdiğinde ben pencereden aşağı bırakmıştım bile kendimi. insan beyni saniyeler içinde ne kadar çok şey düşünebiliyor. düşerken onu düşündüm, beni ve bizi. ağzı bağlı, göğsünde koca bir delikle, bir kan gölünde kalpsiz yatan bedenini düşündüm ve de gözlerime fersiz bakan korkudan/acıdan kocaman açılmış gece karası gözlerini. dedim ya o her haliyle güzeldi.

kalbinin benden sonra başkası için atmasını istemiyordum. onu öldürdüm ve kalbini kendime sakladım. şimdi o kalp, saksıda yetiştirdiğim limon ağacına can veriyor. ağacımıza.


-son-



22 Şubat 2014 Cumartesi

bazen de uyumaya üşenecek kadar tembelim

ve uyanmaya üşenecek kadar bıkkın hayattan.
halbuki daha yolun başındasın diyor şair,

ama ben şimdiden çok yoruldum.

ya bu şarkılar da olmasa...



17 Şubat 2014 Pazartesi

Sabır

"kaderime razı gelmeyen, belama sabretmeyen, nimetime şükretmeyen, bahşişimle kanaat etmeyen,
benden başka bir rabbe tapsın."

o halde ya sabır...

14 Şubat 2014 Cuma

4 Şubat 2014 Salı

Limon Ağacı 2

1.BÖLÜM ü buradan okuyun.


O GÜN

bir yaz akşamını hayal ediyorum. saat 7, bilemedin 8. serin bir rüzgar var; belki yağmur yağacak, belki yağmur yağmış. lakin şimdi güneş var. ama bütün ihtişamıyla vurmuyor yüzüne. akşam güneşi güzele vurur derlerdi oysa. güneş yeri ve göğü kızıla boyamış giderken. kan göllerine dönmüş sanki önünde durduğumuz uçsuz mavilik. su mavi değil.

yanımdasın hiç bir şey olmamış gibi. ben sigarayı, sen beni bırakmamışsın gibi yani; her şey yerli yerinde. denize karşıyız, belki de göl. fark etmez sonuçta susuyoruz ikimizde. zaten sen yanımdayken söyleyecek çok az lafım olurdu benim. gözlerini izlemeyi tercih ederdim daha çok. çünkü bilirsin daedalus'un labirentine benzetirdim gözlerini. gözlerin içine her düştüğümde yönümü kaybettiğim dönüşü olmayan bir dehliz.... yani kara gözlerin, karanlık bir gecede peşine düştüğüm Şems'im...

kronolojik olarak hangisi önceydi bilmiyorum. sanıyorum önce sen girdin hayatıma. ben çukurun en dibine batmış, güzel olan her şeyden vazgeçmişken. sonra sen... sevmek güzel şey sonra. bana bir el atışın. yeniden hayata tutunuşum. ve çıkarışın beni o boktan hayattan. işte bu yüzden sevgilim; sana bir hayat borcum vardı benim. şayet gitmeseydin!

şayet gitmeseydin, ben en çok seni özlerdim her nefes aralarında. yani ben yarım aklımla, pamuk ipliğiyle tutunmuşken hayata sana dört elle bütün benliğimle sarılırdım. gitmesen bana can verirdin, gidersen bir limon ağacına. 

ama gözlerin diyorum sevgilim, ne kadar da fersiz bakıyor bu kez. bir sorun var anlıyorum. sen hiç susmazdın böyle uzun. söyleyemediğin şeyler var, söylemek isteyip de sustukların. ama olsun sen yine de her halinle güzelsin.





30 Ocak 2014 Perşembe

Resulullahla Benim Aramdaki Farklar

Resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim.
Resulullah yolda Ebu Bekir’i görse ‘Es Selamu Aleyküm Ya Sıddık’ derdi,
ben yolda Ebu Bekir’i görsem tanımam.
Resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
Ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

Resulullah Azrail’i yolda görse tanırdı;
ben Azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.

Resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey Allah’ın Resulü;
fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?

Resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki ‘Kızım ha gayret!’;
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki ‘Anneciğim ölmesen…’

Ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki ‘Anneciğim seni ben…’;
Annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz.

Resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

Ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

Anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf…

Resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

Annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

Olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
Verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
Resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
Nasıl olsa Resulullah da ölü annem de ölü.

Ah Muhsin Ünlü

27 Ocak 2014 Pazartesi

Limon Ağacı 1

BU GÜN

gözlerimi kapının sert sert çalınışıyla açtım. belli ki uyuyakalmıştım ve biraz da üşümüştüm. uykuya daldığımda dışarıda bir fırtına vardı ama şimdi o fırtına, o kara bulutlar denize doğru ilerlemişti. günlerdir yüzünü göstermeyen güneş en sonunda bizi aydınlatmaya karar vermiş olacak ki akşamın bu saatinde, gitmeden, şöyle ayaküstü şehrin halini hatırını soruyordu.

saate bakmak aklıma gelmedi zira bu manzaranın karşısında zamanın pek de önemi yoktu. zaman durmalı ve ben hep bu anı yaşamalıyım dedim -kapı ısrarla çalarken- kendi kendime. oturduğum daire dördüncü katta öğrenci evinden hallice bir çatı katı. bir kanepe, bir buzdolabı,ortada küçük bir kilim üstünde sehpa, köşede saksıda yetiştirdiğim limon ağacı ve çalışmayan bir radyodan ibaret, duvarları mavi boyalı odam. yalnız yaşamayı seviyorum ama böyle uyuyakaldığım zaman üzerimi örtecek birinin olmasını isterdim doğrusu. Küçükken hiçte böyle dertlerim yoktu. Ben uyurdum, annem örterdi üstümü. o kadar. Hatta gök gürültüsünden korktuğum için annemin kucağında uyurdum: dünyanın en güvenli yerinde... ne de çabuk geçiyor zaman ve çabuk büyüyoruz. sonra ayrılıklar başlıyor. üzerimi örtecek birinin olmayışı belki de benim kabahatimdir. bilmiyorum. galiba insanları kaybetmekte üzerime yok ve ben yine birini kaybettim. sonra bu şehri ve yalnızlığı seçtim yaşamak için. yaşamaktan kasıt, işte böyle bir şey…


kapıdakinin kim olduğunu merak etmeden az evvel oradaki pes etmiş olacak ki o tok sesi duymuyordum artık. elektrik kesik olduğu için çalmayan zilin acısını kapıdan çıkarmış olmalı gelen. pek gelenim olmazdı aslında. kimdi şimdi bu? kapıya bakmaktan vazgeçtim üşengeçliğimden. gelen kimse, pencereden onu görebilirdim nasılsa. telefonuma 444’lü numaralardan gelen çağrıları da bu şekilde def ederdim bir zamanlar; cevaplamayarak…  o zamanlar telefonum ve arayanlarım vardı. şimdi hiç birine gerek yok. belki zamanla ihtiyacım olur yeni dostluklar ve aşklar edindikçe. ama şimdi biraz huzura ihtiyacım var. hepsi bu.

4 Ocak 2014 Cumartesi

son çalan şarkı blog

çay kaşığını telefonunuzdan okuyorsanız şayet sayfanın sağ tarafındaki "takip ettiklerim" kısmını göremiyorsunuz demektir. o yüzden eğer varsa vaktiniz "BURADAKİ" yazıyı okuyun derim.

söylemeden edemedim.

1 Ocak 2014 Çarşamba

29 Aralık 2013 Pazar

Anlatamıyorum

pazar sabahları hem çok uyumak hem erkenden uyanmak istiyorum.
yoksa çabucak bitiyor gün.
gün demişken, 363. günü yılın ne de çabuk bitti.
bir teoman şarkısı acelesinde geçiyor günler. hani şu sonradan müslüm gürsesin de söylediği şarkı yok mu : bugün benim doğum günüm... hayır bugün benim doğum günüm değil
ama muhtemelen şair benim anlatmak istediğimi anlatmak istemiş o şiirinde: vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor derken...

her şeyin çaresi varda şu tembelliğin çaresi yok sanırım. yapacak ne çok şey ve ne kadar az zaman var tembelken. bide yaşar şarkısı pazar pazar dilime dolanan: anlatamıyorum. sahi bir anlatabilsem.

kış sen de geleceksen gel artık...


12 Aralık 2013 Perşembe

Kar/Adam

Kar;
O sanki bana hep hüzünlü bir hikaye anlatır.
Ya da ben hep o hikayeleri bulup çıkartırım karın içinden.
Nedense kar topu oynayan çocukların neşesini bir türlü yakalayamadım ben karda.
Zaten kar topu oynamayı da sevmem.
Olursa bir kar tatili iyi olurdu ama. Olmadı doğal olarak.
Çünkü çocuk değildik artık ve gayet önemsememiz gereken işlerimiz vardı.

Dün akşam, günün beş buçuğuydu saat, işten eve döndüğümde.
Pencereden bakmadan önce anlam verememiştim; dışarıdan odaya dolan sarı ışığa.
Baktım ve,
Ellerini cebine sokmuş üşüyen adamla göz göze geldik.
Karanlıkta göremedim gözlerini tabi. Belki de o da beni görmedi.
Ama bana öyle geldi işte, göz göze gelmişiz gibi.

Üşüyordu.
Biz sıcak evimizde akşam sofrasına oturacak olmamızın sevincini yaşarken o çok uzaktaydı evinden.
Çocukları aynı sevinci yaşayabilsin diye çalışıyordu belki de.
Çalışmak güzel ama birileri zarar etmesin diye üşümesin ki hiç kimse.

Akşamın karanlığında ve soğuğunda,
kepçenin sarı ışında sokağımıza altyapı yapan adam.
Üşüyordu işte.

30 Kasım 2013 Cumartesi

Zaman

"Bana zamandan söz ediyorlar,
Gelip size zamandan söz edecekler,
  yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
Hepsini bilirsiniz zaten,
   bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
Dahası onlarda bilirler.
Ama yine de güç verir bazı sözler,sözcükler;
Öyle düşünürler" *

Zaman her şeyin ilacı diyenler haklılar bence.
Yalnız her ilacın yan etkileri olduğu gibi
   zamanında yan etkileri vardır.
Yeni yaralar açmak gibi...


* Murathan Mungan

24 Kasım 2013 Pazar

Öğretmenler Günü

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

- Yaratan Rabbinin adıyla oku!
- O, insanı bir alekadan yarattı
- Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir
- O Rab ki kalemle yazmayı öğretti
- İnsana bilmediği şeyleri öğretti
...

Yukardaki ayetler Alak Suresinin ilk 5 ayeti. Bildiğiniz gibi peygamberimize gelen ilk emirdir "Oku!".

Bizi okutan, bize öğreten ve bu günlere gelmemize vesile olan öğretmenlerimize çok şeyler borçluyuz.
Ve tabii ki dediği gibi Hz.Ali'nin, bize bir harf öğretenin 40 yıl kölesi oluruz...

21 Kasım 2013 Perşembe

Göğe Bakma Durağı


http://www.youtube.com/watch?v=bRrsXXPwFFc


"...
şimdi otobüs gelir biner gideriz,
dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç.
bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim, yetsin;
seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
durma kendini hatırlat
durma göğe bakalım."


Tabi ki Turgut Uyar şiiri...

17 Kasım 2013 Pazar

Pazar

Bugün pazar. Hâlâ pazar, gecenin bu vaktine inat. Ve ben inatla tutmaya çalışıyorum onu.

Pazar demişken ne planlarım vardı sormayın gitsin. Ama hepsi planda kaldı yine ve yine koskaca (!) bir hafta sonu heba oldu ellerimde. İtinayla heba edilir hafta sonları. Özellikle yarısı uykuda geçen pazarlar.

Yazık oldu.


10 Kasım 2013 Pazar

1881 - ∞




"Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir; benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu yeterlidir."  M. Kemal Atatürk



3 Kasım 2013 Pazar

Kitap

Geçenler de bir hafta sonu,
kitaplarımı yeni aldığım kitaplığa taşırken fark ettim;
vaktinde yere göğe sığdıramadığım kitapları şimdilerde alt raflara koyuyorum.
İnsanın hayatında nelerin nasıl değişeceğini asla bilemiyoruz.
Paha biçilemez olarak gördüğünüz insanların/nesnelerin,
günü gelip de nasıl ikinci hatta üçüncü planda kaldığını yüzüme bir kere daha vurdu kitaplar.
Kitaplar;
Onlar insana çok şey öğretiyor, okunmasalar bile...

30 Ekim 2013 Çarşamba

1

Bloğumu gene çok ihmal ettim. Aslında çok hevesliydim buraya yazmaya başladığım ilk günlerde. Değişik planlarım vardı. Maalesef bazen istediğiniz gibi gitmiyor hayat sizinde bildiğiniz gibi. İş-güç, türlü hayal kırıklıkları, tembellikler gibi bir sürü neden sayabilirim yazmadığım zamanlar için. Yine de bir gün belki planlarımı gerçekleştirebilirim diye küçük bir sürpriz ihtimali kalsın bende. Söylemeyeyim hiç bir şey. Yani dostlar henüz vazgeçmedim yazmaktan. Yalnız 2 soru takılır dururdu aklıma hep. Birincisi insan niye yazmaya ihtiyaç duyar, ikincisi yazdıklarını niye başkaları okusun ister?

Sanırım birinci sorumun cevabını geçenlerde bi kitapta okudum; "Resim yapmak hem bir iç zorunluluk hem de bir zanaatır" diyor Balthus. Resim yapmak iç zorunlulukta yazmak değil mi? Yazmakta öyle bence. Birileri demişti bir zamanlar;  "okuyorum, okuduklarım birikip taşmaya başlayınca işte o taşanları yazıyorum" diye. Galiba insan biriktirdiklerini yazma gereği hissediyor. Bir refleks, bir iç zorunluluk olarak. Benimki de ondan olsa gerek.

İkinci soruma da şöyle bir cevap buldum: Eğlenmek için.
Twittera neden yazıyorsa insanlar ve ya facebook duvarına afili bir kaç cümle neden koyuyorsa hatta gittiği gezdiği yerleri neden başkaları da bilsin istiyorsa ondan benimkide. Sıkıcı işimden ve günlük hayatımdan sıyırıp kendimi burada soluklanıyorum biraz. Ve yazılarımı bekleyen bazı arkadaşlarım hâlâ cesaret veriyor bana. Zaten benim gibi konuşmasını beceremeyen biri yazmayı da bırakırsa dilsizden farkı kalır mı?

Eğer bilgisayarınızın sesi açıksa şu an fonda duyduğunuz şarkı günün anlam ve önemine binaen çalıyor. Yok eğer çok alakasız bir zamanda okuyorsanız bu yazıyı işte o şarkıyı buradan dinleyebilirsiniz. 

Yani bugün tam 1 sene doluyor burada yazmaya başlayalı beri. Burası benim kitabım gibi oldu. Devamlı güncellenen, her yeni yazıda bir sonraki baskısı yayınlanan kitabım. Eskiden şiirler yazarken onları bir kitapta toplamak isterdim. Zamanla yazdıklarımın pek elle tutulur olmadığını fark ettim. Bende tutmadım ellerinden ve vazgeçtim yazmaktan. Zaten benim yerime yazan birileri vardı. Özdemir Asaf mesela;

"Gelmesen önemli değil
Gelsen önemli olurdu
Gelmemen
Benim büyük yalnızlığımı doldurdu."

Hadi söyleyin ben daha güzel nasıl anlatabilirdim ki bunu? Anlatamazdım. O yüzden okumayı yazmaya tercih ettim. Kitap hayalimden vazgeçmek zorunda kaldım dolayısıyla. Ama zaman geçtikçe anladım ki yazmadan da yapamazdım. Bu benim için "iç zorunluluktu".

Kısmetse, iyi kötü bir şeyler karalamaya devam edicem burada. Ve acaba 1 kişi dahi okur mu diye heyecanlanmaya. Eğer okunursa eğlenmeye devam edicem. Zaten bu değil mi bana yazdıran. Biraz eğlenmek.

Sağlıcakla...


NOT: 1 yıldır "söz gelimi..." ne zaman ayıran dostlara teşekkür borçluyum. Yalnız bir sorun var. Şu an yayın hayatına devam eden aynı isimli dergi yüzünden midir bilmem facebook grubumuza katılmak isteyen tanımadığım kişiler mevcut. Belki de o derginin grubu zannediyorlar "söz gelimi..." ni. Galiba yine isim değiştirmemiz gerekecek. Önerisi olan var mı?

29 Ekim 2013 Salı

30 Ağustos 2013 Cuma

Şimdi Gelsem ki...



Turgut Uyar...
Büyük şair kolay olunmuyor.

24 Ağustos 2013 Cumartesi

Haybeden Konular 1

Kahvenede muhabbet ederken dün gece, önemli kararlar aldım.

Yönlerle aram iyi değildir ama sanırım kuzaybatıya bakan pencereden üşüten bi poyraz,
güneybetıya doğru bakan pencerden de düğün şarkıları geliyordu.
Laf aramızda ismail yk'sız düğünlerin tadı da olmuyor.
Düğün çalgıcılarının ona ihtiyacı var, yeni bi albüm çıkarmalı artık.
İsmail yk düğünlerin bel kemiği.

Efendim ne diyorduk.
Ha; önemli bir karar aldım.
Masada 4-5 arkadaş oturmuş çaylar-ayranlar derken bi yandan da memlekette hiç önemli olmayan havadan sudan bile diyemeyeceğimiz,
sanki dünyaya yön verircesine kasıla kasıla ve gayet ciddiye alarak tartıştığımız önemsiz konular arasından nerden geldiyse aklımıza o konuyu da konuştuk.
Ve ben artık zamanın geldiğini düşündüm.
Belkide geç bile kalmıştım hatta.

İyi kötü okuyup kendimi yetiştirdim.
Askerliğimide yaptım, elim işte tutuyor.
Memleketimde oturuyorum, vizyon sahibiyim.
Ve ben,
Delikanlı başkanlığına adayım sayın okuyucularım.
Önümüzdeki seçimlerde desteğinize talibim.
Laf aralarında, arkadaş muhabbetlerinde aranızda konuşuverin bi zahmet.
Millet duysun-alışsın,
Saygılar...

20 Ağustos 2013 Salı

Zerrin Özer


Dün gece,
kahvehaneci kardeşimiz kariyerinin ilk Tük Kahvelerini denerken üzerimizde,
canlı canlı söylüyordu Zerrin Özer bu şarkıyı.
Canlı dediğime bakmayın canım,
canlı dediysek televizyonda işte.
Yoksa bizim kahvehaneye geldiği falan yok. Gerçi gelse ne güzel olurdu ya.

"Abi bu sefer ki nasıl olmuş" diye, neskafe ve kakaonun üzerine içtiğimiz bilmem kaçıncı fincanı kadeh gibi tokuştururken biz, aynı zamanda "ulan evde mi kaldık nedir" muhabbetinin dibine vurmuştuk çoktan. Öyle ki masaya gelen giden çayın haddi hesabı olmadığı gibi bayat kabuklu fıstıkları mideye çaktırmadan indirmiştik bile. E haliyle fazlasıyla da efkarlanmıştık. Üzerine de tuzu biberi oldu bu.
Kahveler değil Zerrin Özer.

Tabi tuzu kuru kahveci/kahvehaneci dostumuz üç harfli muhabbetini açmasa muhtemelen ben daha oturacaktım o masada ve muhtemelen sabah uyanamayıp işe de geç kalacaktım.
Neyse ki erken tutmuşum evin yolunu.
Ama sıcak çaydan mı yoksa kahveden mi ya da başka bi'şeyden mi bilemediğim bi yanıklık kalmış dilimde;
ve bu şarkı...

18 Ağustos 2013 Pazar

Can Dündar

Hani insan bazen ne ileri, ne geri tek bir adım atamaz ya..
Birini yanında tutmayı bilmez ama onun yokluğunu da istemez.
Kaybetmeyi göze alamaz ama kazanmak için mücadele etmez.
'Bağlanmaya cesaret edemez ama ondan tamamen kopmayı da beceremez'.
Ne sevilmekten vazgeçer, ne sevmeyi bilir.
Hani çok sonra zaman geçer savrulurlar ya,
O zaman dökülür dudaklardan, itiraf edercesine;
“Ne gözümü alabildim, ne göze alabildim..."

-Can Dündar

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Harun Burak Gülenç


Ne denir bilmem.
Güzel insan, devrem, silah arkadaşım...
Artvin asıllı Bursalı.
Hemşehrim derdik birbirimize.
Askerde Foça Jandarma Komando Okulunda beraberdik.
Aynı timdeydik hatta.
Sonra o Çanakkale'ye çekti kurayı ben Bilecik'e.
Derken koptuk.
Facebooktan görüşür olduk sadece.
Ve bugün yine facebooktan öğrendim vefat haberini.
Çok güzel "kardeşim" derdi.
Gitti.

Mekanın cennet olsun kardeşim.
Allah rahmet eylesin.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Mesai 2

Bayram tatili sonrası ilk mesai günü;
Pazartesi ...
"Nasılsın" dediler bu sabah,
Pazartesi işte daha ne olsun dedim.
Daha ne olsun?

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Mesai

Lise yıllarındaydım.
Yıl 2002 olmalı; öyle hatırlıyorum. Çünkü daha "Kara Oğlan" başbakandı.
Sonbahar... Kışın eli kulağında. Ama günlük güneşlik bi perşembeydi, hatta sıcaktı da. Mont falan giyiyoruz ama tırışkadan, üşünecek bi hava yok çünkü dışarda. Günün ilk dersi matematik dersiydi. Muhtemelen Cemal hariç hepimizin "bitse de gitsek hatta hiç başlamasa da olur" dediği şu matematik dersi yok mu, işte o dersin tam ortalarında kapı çalınır. Hazırlık ve ya 1. sınıfta okuyan bi kızcağız girer sınıfa. Nöbetçi öğrenciymiş meğer. Ve o sihirli sözcükleri söyler: "Hocam tatilmiş evlere gidebilirsiniz".

"Lan n'oluyo" demeye gerek duymadan en hızlısından kitap defter ne varsa toplayıp, ince montlarımızı da elimize alarak tüymenin derdine düşüyoruz biz. Tüyüyoruz da. Sonradan öğreniyoruz ki havanın sıcak olmasıyla, daha ilk dersten okulu tatil eden sebep aynıymış: Lodos.

O gün lodos olduğu için tatili kapan ben bugün arefe olmasına rağmen işteyim. Yapacak hiç bir şey olmadığı zaten bloga abanmamdan belli herhalde. Zaten iş olsa da can da istemiyor ya. Ama kabahat biz de mi yani? Yarım gün mesai de neymiş arkadaş. Bırakın da eve gidelim. Şöyle fm oynayalım, ne bileyim "geleneksel arefe pazarı" etkinliğine falan katılalım. Yalnız; umutla başkanın sekreterini bekliyorum hâlâ. Olur ya gelir de hadi gidin başkan tatil yaptı falan der diye.

O perşembe günü, tatili Ecevit yapmadı belki ama Ecevit büyük adamdı be. Tatili boldu adamın. Rahat uyu kara oğlan. Hep tatili yaşa oralarda. :)


19 Temmuz 2013 Cuma

Dünya Fenerbahçeliler Günü


Fenerbahçeliyiz. Her şeye rağmen...

18 Temmuz 2013 Perşembe

Mutluluk


11 Temmuz 2013 Perşembe

Srebrenitsa'nın Öyküsü



"Ben Avrupa'ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum.
Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik.
Çünkü hiç bir kutsal yere saldırmadık.
Oysa onlar bunların hepsini yaptılar.
Hem de batının gözü önünde, batı medeniyeti adına."

Aliya İzzetbegoviç


Srebrenitsa katliamını bilirsiniz. Googlea "Srebrenitsa Katliamı" yazarsanız sayısız bilgiye de ulaşabilirsiniz zaten. Olayları uzun uzadıya anlatmak değil niyetim. Günü geldi ve Bilge Kral'ın dediği gibi:"Bize yapılan soykırımı unutursak bunu bir daha yaşamaya mecburuz. Size asla intikam peşinde koşun demiyorum ama yapılanları da asla unutmayın."

Kesinlikle intikam peşinde koşmayan, hedef göstermeyen, yaşananları hikayeleştiren sürükleyici bir kitap tavsiye etmek istiyorum size. Sanırım bu ilk kitap tavsiyesi olacak. Es geçmeyin derim.



Avrupa yeni yeni insanlık suçu olduğunu kabul etse de o günlerde yaşananlara sessiz ve duyarsız kaldı. Silahları toplanan Boşnaklar sözde güvenli bölge olan Srebrenitsa şehrinde Hollandalı BM askerlerinin korumasına bırakılıp, gerçek anlamda bir soykırıma terk edildiler. Bugün her hangi bir maçta Hollandayı desteklemekten imtina edişim ondandır. Zaten Sırpları ve Hırvatları hiç anmıyorum dahi.

Bugün 409 tane daha Boşnak'ın cansız bedeni gömülecek Potoçari'de ki soykırım mezarlığına. Onlar bulunan şanslı bedenler. Ama hâlâ bulunmayı bekleyen toplu mezarlar var. Ve artık üzerinde de  bir zamanların Müslüman Bosna toprağını gasp eden Hırvatlar-Sırplar.

29 Haziran 2013 Cumartesi

Haziran

Bu ara acayip acayip şarkılar dinleyesim var. Söz gelimi bu;


Haziran biterken ömrümün bilemediğim, hatırlayamadığım bir zamanlarına gittim sanki bu şarkıyı ilk dinleyince. Ve ben şimdi hiç gelmek istemiyorum ordan. Ondandır, bilgisayarımda oyun oynarken dahi bu şarkıyı dinliyor olmam avaz avaz.

Ara sıra bana böyle oluyor. Can sıkıntısıyla, içimin içime sığmamasının karşımı bi duygu birikimi var içimde. Belki de ilk defa hafta sonu geldiğine üzüldüm. Nedeni biliyorum, biliyorum da söylemesem daha iyi. Hani olur ya oyuncağı elinden alınan bir çocuk gibi kalıvermekten korkuyorum yine. İşte 1 ay kadar sonra muhtemelen ben yine aynı ben olacağım. Yani bu şarkıdan önceki halim.

Anahtarlarımı unutuyorum, yemek yiyemiyorum, kendi kendime konuşurken yakalıyorum kendimi. Diyorlar ki "sevdalı mısın?". Bilmem diyorum. Aslında biliyorum da işte söylemesem daha iyi.

1 ay. Belki de daha kısa. Acaba izin kullanmak için kötü bir pazartesi mi seçtim?

16 Haziran 2013 Pazar

1 Haziran 2013 Cumartesi

Bi'şey Demesem Çatlarım

Aklım da ermez böyle şeylere ama;
şu bi kaç gündür memlekette yaşananları üzüntü ve hayretle izliyorum.
En çok üzüldüğüm de polisle halkın karşıkarşıya gelmesi.

1 polis şehit olduğunda halk sokaklara dökülür "şehitler ölmez vatan bölünmez" diye.
Halk tepkisiz kalmaz, sahipsiz bırakmaz polisini.

Halk, demokratik toplumlarda olan "gösteri yürüşü düzenleme hakkını" kullandığında ise polis karşısına dikiliverir; halkı potansiyel terorist yerine koyarak hemde.

Galiba bu bir iç savaş. Devletle millet arasında.
Mesele 2-3 ağacın kesilmesi meselesi değil.
Devletle ve yahut hükümetle aynı paralelde düşünmeyenler protesto ve tepki koyma fırsatı bulmuş ve onu kullanmak istemişlerdir.
Bakınız sadece İstanbulda değil, heryerde bu tepki.

İşin en tehlikeli yanı da bu ya: Bölünmüşlük.
Hükümet yanlısı %50 ile diğer %40 arasında. Bi de %10'luk bir kısım var kabaca. Etlieye sütlüye karışmayan aman başım yanmasın diyen.

Bakalım bu sidik yarışı ne kadar devam edecek.
Bizi Türk-Kürt diye bölemeyenler yoksa böyle mi bölecek?

30 Mayıs 2013 Perşembe

Kocaman Proje Çöpe Gitti !

Spor ya da futbol içerikli yazılara pek yer vermek istemiyorum aslında bu blogda.
Yalnız bu sefer durum başka biraz. Bu, Aykut Kocaman özelinde aslında Türk futbolunun kanayan yarasıdır  (bence). Baştan uyarayımda...



Kör ölür badem gözlü, kel ölür sırma saçlı olur ya, Allah uzun hayırlı ömürler versin Aykut Kocaman da kimilerine göre aynı durumda şimdi. Bırakın Fenerbahçelileri koca futbol camiası ya yerin dibine soktu onu ya en göklere çıkardı. Belki ikisini de hak ediyordu bilmiyorum, sen ne taraftasın derseniz bu yazının sonunda neyi anlarsanız o taraftayım.

Asıl söylemek istediğim şunlar;
Aykut Hoca sportif direktör olarak göreve başladığında aslında bir proje başlamıştı Fenerbahçe'de.
Hani Klinsmann'ın yardımcısı Löw gibi...
Şimdi Löw dünyanın önde gelen hocalarından. Almanya yıllardır kupa alamıyor ama proje devam ediyor. Alman milli takımı gençleşiyor. Dünya üzerinde 4-2-3-1 i en iyi onlar oynuyor söz gelimi (Bayern ve Dortmundla beraber)...

Aykut Kocaman ne vaad etmişti peki: Büyük takım gibi oynamak, bol gollü göze hoş gelen oyun. Peki bunları başarabildi mi? Bu çok su götürür. Hadi ilk sene avanstır sistem oturacak falan filan.
Peki ikinci sene? İşte tam bu anda başlayan şike süreci ve kadronun dağılmasıyla camianın içine düştüğü malum durum.
Bu sezonun başında ise yanlış kadro mühendisliğinin getirdiği kaos ve ligin ikinci yarısından itibaren hocanın vaad ettiği değil ama bir antrenör takımı hüviyetindeki Fenerbahçe gördük. 90 dakika defans yapıyor diye eleştirdiğimiz bir takım çıktı ortaya (Lucescu tarzına benzer). Bende dahil alınan başarılara rağmen tatmin olmadığımız bir takım...

Rafael Benitez'in takımları gibi, puan maçlarında pek yürümeyen ama eleme maçlarında işleyen bir anlayışa evrildi birden "Aykut Kocaman Sistemi".

Neticede gelişmesi gereken yönleriyle nihayet oturmaya başlayan bir anlayış yerleşmişti takıma. Yani bir sistem... Aykut Kocaman projesi işlemeye başlamıştı sanki.

Demem o ki;
Werder Bremen'de futbolcu ve hoca olarak tam kırk bir yıl takımında kalan Thomas Schaaf'da kovuldu kovulmadı değil ama o da projenin bir parçasıydı bunca yıl.
Ya da Cruijff la başlayan Barcelona bir projedir ve onun günümüzdeki devamı Guardilanın yardımcısı Tito; 100 puanla şampiyon yapacak bu sene takımını.
Şimdilerde ise Fergusonun halefi Moyes, Manchester projesinin devamı mesala...

Yani Aykut Kocamanın gidişi bir projenin sonudur aynı zamanda Fenerbahçede.
Her sene takıma altyapıdan bir-iki genç kazandırılmaya çalışılan, takıma değer katacak transferlerle kulübü maddi olarakta ayakta tutan, altyapıdan A takıma kadar aynı felsefeyi benimsemiş futbol anlayışı...
Şimdi yerine hangi teknik adam gelirse gelsin bu anlayışın devamı olmayacağı ve hatta büyük isimli hocaların kupa kazanmayı Salih, Beykan, Recep vb. gençleri  kazanmaya tercih edeceğini düşünüyorum.
Önyargılıyım belki de ama Aziz Yıldırım gibi mesleği proje üretmek olan birinin, başkan olduğu bu kulüpte bir proje üretilemeyeceği bir kere daha görülmüş oldu.

Aykut Hoca dünyanın en kötü teknik direktörlerinden biri miydi? Sanmıyorum...
Dediklerinin ne kadarını yaptı/yapabildi o tartışılır. Zaten bahsettiğimiz konu Türk futbolunda olmayan bir düzen. Elbette yürümesi zor. Şunu tartışabiliriz: Bu projenin doğru kişisi o muydu?

İşte ondan bende emin değilim.
Lakin ne olursa olsun, başlamış bir proje bu kadar kolay yırtılıp atılamaz çöpe.
Çünkü Alex Ferguson bile ilk şampiyonluğunu 1993'de kazandı ManU da;
yani göreve başladıktan tam 7 sene sonra.


23 Mayıs 2013 Perşembe

Mutlu Olmak ya da Olmamak...

"Yazmak mutsuzluktur; mutlu insan yazmaz." der İlhan Berk.

Hanidir yazmadığım/yazamadığım malum.
Bilmem mutlu olduğumdan bilmem meşguliyetten...
Durup durup "ulan bu bloğuda okuyan var mı ki" tribine girdiğim olmuyor değil kendi kendime.
Lakin,
söz gelimi günlük tutan biri illa birine okutmak için yazmaz ki onu...
Bi bakıma güne not düşmek benimkisi; belki zamanı gelirde okurum/okunur diye...

Diyeceğim o ki,
yazmaktan vazgeçmedim henüz.
Ama
"Shakespeareden biraz farklı olarak;
senin olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu" diyor ya Özgür Gümüşsoy;
Benden O'ndan biraz farklı olarak diyorum ki;
mutlu olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu...

12 Mayıs 2013 Pazar

3 Mayıs 2013 Cuma

"Hi" Allah


Castin ayıp etmiş doğrusu...

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Bugün 1 Mayıs

2009 yılından beridir resmi tatil ya Türkiye'de 1 mayıslar, önceki yıllarda 2 defa haftasonuna denk gelice 3. kez tatil olmuş oluyor bize. Beni tek ilgilendiren yönü de bu zaten.

Pencerenin dış tarafında harika bir çarşamba varken, ben parmağımı bile dışarıya çıkarmaya üşenmiş bir biçimde çayımı yudumluyorum bilgisayar başında. Muhtemelen şu an taksim meydanında millet birbirini yiyor. Ama bir yandan memurlar tatil yaparken işçiler çalışıyor. Çöp topluyorlar mesala ve inşaatlarda ekmek parası derdindeler...

İşçi bayramı böyle bir şey işte...

23 Nisan 2013 Salı

Ulusal Egemenlik Bayramı

Çocukken 23 nisanlar tam bir işkenceydi benim için. Güneşin alnında diklip durmaktan başka bişey değildi açıkcası. Siyasilerin ve okul müdürünün uzun sıkıcı konuşmalarından hiç bir şey kalmadı aklımda. Çünkü o konuşmalar öğreticilikten çok yasak savma havasında, klişeleşmiş cümlelerle oluşturulmuş, muhtemelen her sene aynı olan ama kimin yazdığı belli olmayan yazılardı. Yani açılış konuşmasını yapmazdı okul müdürü;
açılış okumasını yapardı.

Neyse, büyüdükçe 23 nisanın çocuk bayramı kadar ulusal egemenlik bayramı olduğunuda idrak etmeye başladım. Yani bu bayram bilinçli olarak mı "çocuk işi" gibi algılatılıyor insana bilmiyorum ama "ulusal egemenlik" kısmı hep es geçiliyormuş gibi geldi/geliyor bana.

Milli egemenlik az buz bişey değil, zor bişey. Hele ki, taa orta asyadan beri babadan oğula geçen hükümdarlık anlayışıyla idare edilmeye alışmış bu millete "sen kendini yöneteceksin" demek çok mu kolay. Atatürk deseydi ki bundan sonra padişah benim, olmaz mıydı? Onu padişah yapmazlar mıydı? 

Şu yarım aklım şuna eriyor ki milletin egemenliği iyi bişey. Demokrasi iyi bişey. Demokrasi ne korkulacak bişey ne de araç. Demokrasi bi amaç. 

Ulusal Egemenlik Bayramınız kutlu olsun...



"Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur hiçbir makam yoktur Yalnız bir kuvvet vardır O da millî egemenliktir Yalnız bir makam vardır O da milletin kalbi vicdani ve mevcudiyetidir."
                                                                                                                                           K.Atatürk

19 Nisan 2013 Cuma

?

- Neden dünyada bir tek Türkiye'de Peygamber Efendimizin doğum tarihi 20 Nisan kabul ediliyor?

- Mevlit Kandili Peygamber efendimizin doğum günü değil mi?
  
- O zaman neden 20 Nisan Hz.Muhammed(s.a.v)'in doğum tarihi oluyor?

- Neden  Kutlu Doğum Haftası 2008 yılına kadar 20-27 Nisan tarihleri arasında kutlandı da o tarihten sonra 14-20 Nisan arasında kutlanıyor?

- Ben bilmiyorum bu konuları, rica etsem biri bana anlatabilir mi?

? : buyrun burdan yakın





1 Nisan 2013 Pazartesi

Yanlış Anla Beni*

Sanırım biraz maymun iştahlıyım. Ya da çok. Bilmiyorum işte. Herhangi bir konuda hevesimi kaçıran şeyin beni hayal kırıklığına uğratanla aynısı olduğunu zannediyorum.

Söz gelimi;
Düğünde Ankara havası çalarken heves edip oynamaya kalkan ama tam kalkmışken müziğin çiftetelliye dönmesiyle yedek kulübesine dönmek zorunda kalan o çocuk benim.

Durum o kadar vahim yani :)

Düğünlerde hevesimi piyanist şantörden bozma "dj" kaçırırken, top oynarken de mahallenin çok bilmiş abileri çıkardı karşıma. Belki de bu benim talihsizliğimdir. Hani küçükken mahalle maçlarına gelip karışan çok bilmiş abiler vardır ya, kendini hoze morinyo zanneden... İşte onlardan bahsediyorum. Tabi o zamanlar morinyo tercümandır daha. Ama bizim mahallede "bloklar arası kopukluğu bağlayıp, kanat kombinezonlarıyla gol bulmaya çalışan" abilerimiz vardı. O abilerimiz, sen burda oyna sen de şurda diye bin bir taktik varyosyonu "takımına" uygulatırken, Alex, Hagi ve Ricardinho'dan oluşan orta sahanın çok kırılgan olduğundan bihaberdir aslında. Takıma "ölüsü oynar" diye g.t-göbek bağlamış eski kaşarları alırken bizi yedek bırakmıştır. Üstelik beni de hiç görmemiştir idmanda. İdmanda, bende görmemişimdir hiç, hem onu hem de ilk 11'e koyduğu torpillisini. Gelmemiştir.

Velhasılı mahallenin abisi sizi kadro dışı bırakır ya, topa küsersin. Öyleyim yine. Öyleyim ve bilmem kaçıncı kez futbolu bırakasım var. Şimdi topa mı küsmeli, mahallenin abisine mi?

Küstüğüm futbol, biliyorum suç yine senin değil. Ama kırıldı işte hevesim. Kime anlataydım?

Bu bir futbol yazısıdır. Ve ısrarla siyaset yapmaktan kaçınıyorum ben. Ama lütfen siz beni yanlış an-la-yın.



* "Yanlış Anla Beni" Kahraman Tazeoğlu'nun şiirlerinden birinin adıdır.

18 Mart 2013 Pazartesi

"Allah'a Ismarladık"

Bu şarkıya daha iyi bir klip çekilemezdi bence. Bugün Çanakkale Şehitlerini anma günü ya, e bu şarkı o savaşta çocuk yaşta verdiğimiz şehitlerimizi hatırlattı bana. Hayalleri ve umutları olan insanları... Çocukları...



Teğmen İbrahim Naci'nin günlüğünden okuyoruz Çanakkale Savaşının psikolojisini.  21 yaşındadır daha şehit olduğunda İbrahim Naci. Onun gibi hatta ondan daha genç kaç kişiyi kaybettik (ve kaybediyoruz hâlâ). Savaşmaktan ve ya ölmekten değil korkusu. Sevmek kadar ölmek de kader. Vatanı sevmek, vatan için ölmek ne güzel.  Ama savaş... O berbat bir şey değil mi sizce de? Bu yaşta, hemde "...Aşk iksirini doya doya içmeden..." .

"... Ahiret, iyi neticede herkesin müracaat edeceği bir kapı idi. 
Fakat bizim için pek erken değil mi? Gözlerinin koyu siyahlığında saadetimin bütün noktaları gömülü. Kirpiklerinin sihirli titremesinde muhabbetin bütün gizli sırları bir hanımefendi kadar ince ve nazik; bir menekşe gibi sade ve güzel. O güzel bedeni bir defa daha kucaklamadan... Aşk iksirini doya doya içmeden..."

1. Dünya Savaşını Almanlar kaybettiği için (mi) kaybetmiş sayıldık (?). Bize öyle öğretmişlerdi okul yıllarında. Neden sonra farkına varıyor ki insan aslında biz basbayağı kaybetmiştik o savaşı. Başarılı olduğumuz tek cephe Çanakkale cephesiydi malum. Ama yetmedi; Almanlara ve bize bu savaşı kazandırmaya yetmedi Çanakkale.

NTVtarih dergisi mart sayısında Çanakkale şehitlerinden Teğmen İbrahim Naci'nin günlüğünü konu etti. 14 Mart 2012 de ortaya çıkıyor günlük. Anlatım dili müthiş. Bir edebiyatçı gibi yazmış genç teğmen. Gördüklerini, duygularını sıradan cümlelerle değil de hissettiklerini okuyana aktaran bir ustalıkla yazmış.

"... solda yeni bir kaç mezar nazar-ı dikkatimizi çekti... Kim bilir bu sararmış dökülmüş toprakların siyah ve katı sinesine bırakılan bu vücutlar muharebeye nasıl bir geriye dönmek ümidiyle girmişlerdi...
Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı  bir kaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim?
Issız dağlarda şöyle bir kaç kazma darbesiyle açılmış bir çukura atılarak, sonra başucuna bir kırık tahta ve ya ağaç, belki de hiç bir şey koyulmayarak ve hatta hayvanların ayağı altında ezilmeye mahkum kalmak... Talih!
Bakalım bana da mı aynı akıbeti göstereceksin?

Ve günlüğündeki son sözleri;

" Saat 11.00. 
Muharebeye girdik. Milyonlarca top ve tüfek patlamaları. Şimdi birinci onbaşım yaralandı... 
Allah'a ısmarladık.
11.15..."

8 Mart 2013 Cuma

8 Mart

Dünya kadınlar günü bitmeden kutlamak istedim :)


6 Mart 2013 Çarşamba

Güne Not


Geçen yıl bugün, hakikaten çok sevdiğim askerlik görevimi tamamlayıp evime döndüğüm gündür. Bazıları askerlik günlerini unutmak ister, benim de var tabi öyle günlerim. Bazılarına ise mantıksız gelir askerlik fakat bence hiç de öyle değil ya da birazcık öyle ama şu yaşadığımız hayatın her anı çok mu mantıklı sizce?

Eğer ailem destek verseydi muhtemelen devam edecektim. Sanırım biraz da ben cesaret edemedim. Yalan değil terör meselesi de kafa kurcalıyor açıkçası. İçinde bulunduğum şartlar, mesleğim vb. biraz buna engel oldu evet. Sonra o subayların bir çoğu kendi kararlarını veremeyecek yaştayken, babasının elinden tutup askeri okula yazdırdığı kişiler ya da subay çocuğu. Yani o ailenin içinden gelmiş o yaşam tarzını benimsemiş, o anlayışla büyümüş kişiler. Demek istediğim buna ben uyabilir miydim bilemedim.

Her neyse işte.

Şimdi 1 sene geçmişken bu satırları niye yazdığımı bilmiyorum. Beni buna iten güç muhtemelen içimde ki bitmeyen askerlik sevgisidir. İstediğiniz üniversitede istediğiniz şehirde okuyun. Hayatınızın hiç bir döneminde o zevki tadamazsınız bir daha. Gerçi ben bunları emekli bir yedek subay olarak yazıyorum er olanlar ne der bilemem ama sanırım onların da bana katılacağı bir konu vardır: Askere gidemedikleri için kızlar çok şanssız.

Güne not düşmek istedim. Bir gün dönüp de bloga ne yazmışım diye merak edip bakarsam burada bulunsun diye bir kaç satır işte. Hepsi bu...

3 Mart 2013 Pazar

Sensiz Olmaz

Yok canım Müslüm Gürses hayranı falan değilim ama bu şarkıyı en çok ondan dinlemeyi seviyorum.
Hazır o da yokken artık;



1 Mart 2013 Cuma

Hulusi Kentmen


kaynak:devrimderki.blogspot.com

26 Şubat 2013 Salı

Xocalı Soyqırımı

Az sonra okuyacaklarınızı rastgele bir internet sitesinden aldım (www.serenti.org). Yorum yazsam boş çünkü. Ne diyebilirim ki yaşamayan bilmeyen biri olarak. Bugün Hocalı Katliamının yıl dönümü. Her zaman yaptığımız gibi elimizi kolumuzu bağlayıp sadece hatırlamak için güne not düşüyoruz.

Buyurun;

- Amerikalı gazeteci Thomas Goltz’un Amerika’nın Sesi’ne (VOA) anlattıkları:

Gördüklerimiz karşısında Reuters muhabiri Elif Kaban ve eşim Hicran donup kaldılar. Fotoğrafçı arkadaşım öyle etkilenmişti ki fotoğraf çekebilmesi için kendisini objelerin üzerine doğru itmem gerekiyordu. Cesetler, mezarlar, evet hepsi mide gerektiriyordu. Ama olanları anlatmak, dünyaya duyurmak gerekliydi. Hayatta kalanları bularak hemen orada neler dediklerini kaydettik. Bazı cesetleri tanımaya çalıştım ama yüzlerinden vurulanlar, tanınmayacak halde olanlar vardı. Bazılarının kafa derileri yüzülmüştü.




3 Temmuz 1994 tarihinde Bakü metrosuna yapılan bombalı saldırının planlayıcılarından biri olmakla da suçlanan ve Interpol tarafından aranan   Zori Balayan, 1996 yılında basılan Ruhumuzun Canlanması adlı kitabında  ise hiçbir pişmanlık belirtisi  göstermeden şunları yazabilmektedir:

Biz arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra bu 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı kökten olan köpeklere attı.



Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan “For the Sake of Cross” (Haçın Hatırı İçin) isimli kitabında:

…Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa açlığa ve yaralarına rağmen hâlâ yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler. …Bazen ölü bedenlerin üzerinde yürüdüğümüz de oldu. Bir bataklığı geçmek için ölü bedenlerden oluşan bir yol döşedik. Ben cesetler üzerinde yürümeyi reddettim. Albay Olganyan korkmamamı emretti. Bu, askeri yasalardan biridir. 9-10 yaşlarında yaralı bir kızın göğsüne basarak yürüdüm. Bacaklarım, kameram kanlar içindeydi…



- Rus televizyon muhabiri Yuri Romanov  “Ben Savaşı Çekiyorum” adlı kitabında gördüğü vahşeti şöyle anlatmaktadır:

Ben helikopterin camından bakıyordum ve gördüğüm, bu insanlık dışı dehşet verici manzara gerçek anlamda beni hayretler içinde bırakıyordu. Karın eridiği dağ yamacının gölgesinde sararmış otların üzerinde insan cesetleri bulunuyordu. Büyük bir alan kadın, yaşlı ve çocukların cesetleri ile doluydu. Cesetler arasında bulunan ninesine (anneannesine) sarılmış küçük kız cesedi, insanı yakan bir manzara idi. Beyaz saçlı, başı açık ninenin yanına küçük kız uzanmıştı. Nedense, onların ayaklarını dikenli tellerle bağlamışlardı. Ninenin elleri de bağlıydı. Her ikisinin kafasında kurşun yarası vardı. Yaklaşık 4 yaşındaki kız çocuğu hayatının son anında ellerini ölmüş anneannesine uzatmıştı. Bu sahneden o kadar etkilendim ki, kamerayı bile unuttum…


20 Şubat 2013 Çarşamba

Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı



Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni

Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi

Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini

Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli

Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki

Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği

Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki

Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini

Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri

Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi…

Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki

Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki

İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:

Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri…

                                                                       Cemal Süreya

12 Şubat 2013 Salı

Yaza Doğru


Nerde bıldır yağan kar şimdi?*

Geçen yılki kışa aldanıp aldığım kar lastiklerinin siftahı yok daha. Bilmem yaz erken geldi, bilmem kış "kardeşim bi ayak yoluna gideyim, yerime bakar mısın?" deyip tezgahı bahara bırakıp gitti. Yazı sevmemek olur mu? Olmaz elbette de biraz daha kar yağsaydı iyi olurdu sanki.

Hani okulların ikinci dönemi yaz gelir, hafiften millet dışarılara dökülür. Üniversitelerdeki bahar şenlikleri falan derken ders asmalar başlar ya, öyle bir hava var üstümde bu günlerde. İşi asmak istiyor canım da ne mümkün. Öğrenci milleti şubat tatilini henüz bitirmişken ben bahara çoktan başladım sanki. Ne zamandır yazasım dahi gelmiyor.

Akşam işten gelirken arabamın camını açacak oluyorum baharı koklamak için, genizimi bahar çiçeklerinin kokusu değil de tarlalara yayılan hayvan gübresi yakıyor. Besbelli daha yaz gelmedi. Ben yazı güneşin batışından anlarım. Arabamı batan güneşin kızıllığına doğru sürerken yeni yeni dadandığım trtde ki western kuşağı kovboylarına özenirim, sonra;

son karesi gibi red kit'in
ufka doğru sürerken atımı
gitme kal demeni bekliyorum
ama yalnızca rüzgar çekiştiriyor atkımı **

diye bir şiir peydah olur dudaklarıma. Dedim ya ben yazı güneşin batışından anlarım diye, akşam eve dönerken aracınızın farlarını yakmanız gerekmiyorsa yaz geliyor demektir. Az kaldı az. Yaz geliyor...

Bu arada, yaz gelince ne mi olacak? Bilmem, olur belki bişey. Ya da bu yazıyı yazdığımda ne olduysa o olur: Hiç bişey.



* Şair, yazar, psikolog, çevirmen, ansiklopedist Sabri Esat Siyavuşgil'in Fransız şair Villon’ın “ Evvel Zaman Kadınları Baladı ” adlı şiirinden Türkçe’ye çevirisi.
** Sunay Akın





29 Ocak 2013 Salı

Gri

Siyaha siyah, beyaza beyaz demeyi nasıl becerebilirdim birini kırmadan? Gri, renklerin en kirlisi. Çünkü suya sabuna hiç dokunmayanı. Birine "senle aynı düşünceleri savunmuyorum" demeyi becerememekten doğan yorum yapmama hâli? Griydim, az evvel "gıybet günah" deyip, kapıdan çıkan adamın arkasından kara kara konuşana sus diyemediğim için. Griydim ve kirliydim.

Mesela o gece sen bavulunu toplarken koyu renkli cümleler dökülebilirdi dudaklarımdan. Siyah ama dürüst olabilirdim hiç değilse. Muhtemelen çok kızardın. Hatta belki tartışırdık ilk defa. Oysa ben, bütün soğukkanlılığımla susmayı yeğeledim. Beyaz bir "kal" da iyi olurdu belki ama susup kahvemi yudumlamayı, kitap okuyormuşum gibi yapmayı gri olmak saydım. Bu seni kırmazdı. Beni de incitmedi. Sadece biraz kirletti.

Öyle sanıyorum sende griydin kendince. Benim siyah yanlarıma beyaz dediğin için kendi kendini rahatlattın. Çünkü "sen temizsin" demekti bu. Keşke her şeyi göze alarak gerçeği söyleyebilseydin. Belki o zaman beni kirletmezdin.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ev


“Ben rapor yazarım, gerisi devlete kalmış, onlar ödeyecek inşallah bir miktar. Allah yardımcınız olsun.” dedim. Halbuki evlerini tamir edecekmişim gibi sevinmişti kızcağız. Ev denirse buna. Sehpanın üzerine koyduğum çay bardağı devrildi devrilecek gibi yan duruyordu. Çünkü ev yan duruyordu.  Ev, hani bizim akşam olsa da gitsek dediğimiz ya da kar yağsın da sobanın yanında oturup pencereden dışarı izleyelim diye beklediğimiz, sıcak evlerimiz… Muhtemelen o 5 çocuklu aile o duyguyu hiç yaşamadı.

Hepsi hepsi 3 balya saman var dedi yaşlı adam, hayırseverlerin aldığı 2 inek 1 tane de at yesin diye. Kurban bayramında satarım diye bekliyordum inekleri ama olmadı. Onlara güveniyordum. Bilmiyorum ki kış nasıl çıkar. Hayvanlarını mı düşünsün yoksa evde ekmek bekleyen çocuklarını mı? Ne kadar da gururluydu, komşu köy okulunun önünden geçerken gösterdiği “kırmızı pantolonlu” çocuktan. Oğlum demişti ona. Evin en küçüğüydü. Diğer 2 oğlum okuyor diye anlattı kısık sesle. Acaba hangi parayla, nasıl? Parasızlıktan okutamadığı kızlarından büyüğü sözlüsüne kaçmıştı. Kızmamış ama kızına, kızamamış. Nasıl kızsaydı, bu köyde durup ne yapacaktı. Köy dediğimde aslında ormanın içinde birkaç evden ibaret, gözden ve gönülden uzakta bir yer işte. Öbür evleri görmedim bile. Nerdeydiler, ne haldeydiler Allah bilir…

Dönüp geldik sonra. Ne diyebilirdim teselli etmek için bilemedim. Akşam beni bekleyen sıcak evimi düşündükçe utandım sanki biraz, usul usul kar yağarken kente. İndi sonra arabadan, dua etti. Kendi yaptığı 2 kalıp peyniri satıp pazardan yiyecek alacaktı bir kaç gün doysun diye karınları. Yürüdü kalabalığa doğru elindeki pazar çantasıyla. Ben mi? Ben sadece bakakaldım arkasından. O kadar.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Keşke Yalnız Bunun İçin Sevseydim Seni



Serdar Tuncer&Uğur Işılak - Yeni Şeyler Söylemek Lazım

18 Aralık 1985'te o salonda
Kişi nasıl kestirebilirdi ileriyi?
Siz, kazıbilimler, alınyazısıbilimler,
Geçsin yıllar geçsin, seneler gibi.
Olur mu anımsamamak Onaltıncı Louis'yi
14 Temmuz 1789 akşamı, Louis,
Şöyle yazmamış mıydı defterine:
"Bugün kayda değer bir şey yok.."
"Kehanet" adlı kısacık bir şiir buldum
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

 Çekirge bulutu içinde
 Koynuma soktuğun ekin;
 Çalgılar iki durur sürgün ilinde,
 Bir gözü mavidir bir gözü blue.
 Gölgede boy atmış top fesleğen,
 Bir ilkokul bahçesinde görmüştüm seni,
 Marienbad ilkokulu, Nişantaş'ta;
 Bir çocuk yeşil örtüyü çekiverdi.
Hızla geçen otobüslerin ardında benzeşmek...
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Eşdeğeriyle yanyana yürürken
Cehennem sokağında birey olmak,
Ve en inceldikten sonra
İlkel sözcüklerle konuşmak seninle.
Saat beş nalburları pencerelerden
Madeni paralar gösteriyorlar,
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Gece bitkilerinden korkuyorum,
Hayır, geceleri bitkilerden!
Gizlenirken vurulmuş ulaklara ağıttır
Bana açtığın her telefon.
İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.
An ki fıskiyesi sonsuzluğun
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Mutsuzluk gülümseyerek gelir, adıyla süslenmiştir;
Banliyo treninde rastladığımız
Sınav saatini kaçırmış liseli kız,
Hep kazanırsın ey çözümsüzlük!
Ey otobüssever ey Troya yolcusu!
Anımsarsın günlerce konuşup durmuştuk
O İB(ipekböceği) sesli kadını;
Birinin Grönland'ı olmaya hazırlanıyordu.
İki çay söylemiştik orda, biri açık,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Daha ben ilk kazmayı vurmadan
Elime gelen Karabitki'li testi,
Nefertiti'nin mutfağı sayılan yerde
Koyu sır yeni hicret yollarını kesti.
Terimler eşekarıları sözcüklerin,
Acımasızdırlar, adsız ve sueldirler,
Önlerine katarak insan ve hayvan listelerini
Sabah akşam kapınızın önünden geçirirler.
Fazıl Hüsnü diyor ki, ne diyor Fazıl Hüsnü?...
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.


Bir kış göğü gibi o saat alçalır ölüm, 
Yalnız işitme duyusu kalır ortada.
Asya kentleri yürür dururlar, 
Höyükler burnumda hızma.
Uzakta dev bir damla:Pırıl pırıl Pencap!
Tabanlarından kayıp duran sütunlar
Yitmiş bir geleceğin işaret parmakları:
Horasan uykusuna havlayan köpekler, Buhara.
Uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.


Cemal Süreya


tamamı için: http://www.gamlibaykussanat.com/index.php?option=com_content&view=article&id=97:keske-yalniz-bunun-icin-sevseydim-seni-cemal-sureya&catid=3:siir&Itemid=4